Gönderen Konu: ESKİ AVCILARDAN BİR ÖYKÜ  (Okunma sayısı 2726 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Atila USTA

  • Müdavim Üyemiz
  • ***
  • İleti: 241
  • Thanked: 22 times
ESKİ AVCILARDAN BİR ÖYKÜ
« : 28 Ağustos 2010, 09:18:56 »

CİNLER ve PERİLER
ESKİ AVCILARDAN BİR ÖYKÜ

   Bir Soruk yazı akşamıydı. Öğretmen Ali lojmandan çıktı, şöyle bir etrafına bakındı. Dağların çevirdiği dere içerisinde ki köye döndü; bölük pörçük evler, mahalleler derenin bir o kıyısına bir bu kıyısına dağılmışlar. Yeşilin her tonuna rastlamak mümkün. Tertemiz bir hava. Güz mevsiminde yazdan kalma bir gün. Yani pastırma yazı. Süt mısırlar, armutlar, elmalar tam yeme zamanı. Ceviz ağaçları ihtişamları ile ayrı bir güzellik yeşillik veriyor dereye. Güneşin ısısı ve ışığı artık etkisini kaybetmiş. Kunduz Dağının yamaçlarında bir güne daha elveda diyor.
   Öğretmen şöyle bir nefes alıyor, bırakıyor. Öncekinden daha derin bir nefes alıyor, bu defa bırakmıyor. Adeta o temiz havayı içerisinde hapsetmek istiyor, başaramıyor. Cebinden sigarasını çıkartıyor, yakıyor, bir nefes alıyor, duraklıyor. Söylene, söylene sigarayı atıyor. Tertemiz havayı kirletmeye hakkı olmadığını düşünüyor. Etrafına bakına, bakına rastlaştığı köylülerle kâh selamlaşarak, kâh hal hatır sorarak köy içine doğru ilerliyor. Köyde kahvehane yok. Tek eğlenceleri akşamları sırayla evlerde toplanarak altıkol iskambil ve yüzük oynamak. O zamanlar içki denilen zıkkım köylerde pek bilinmemekte. Öğretmenler her konuda köye ve köylüye örnek olmaya çalışıyorlar. Çünkü Köy Enstitülerinde öyle yetiştiriliyorlar. O akşam toplantı yeri Bayram Ağanın eviydi. Bayram ağa köyün eşrafından hatırı sayılır, köye göre varlıklı ve yakışıklı bir delikanlıydı. Ağalık rahmetli babasından kalmıştı. Genç olmasına karşın tam bir ağaydı. Ağalığın almakla değil vermekle olduğunu gayet iyi bilenlerdendi. Davranışları, saygısı, görgüsü ve asaleti ile bu sıfat ona çok yakışıyordu.
   Ekip yavaş, yavaş toplanmıştı. Gece orada kalacaklardı, sabah erkenden de ava çıkacaklardı. Yüzük oynarken bir taraftan da kuzu çevriliyordu. Masraflar ortaklaşa ödeniyordu. Akça Pehlivan (aslında pehlivan değildi, boyu iki metrenin üzerinde insan irisi, kaşları, kirpikleri saçları doğuştan beyaz olduğundan Akça derlerdi) Ateş Memed, oda lakabı gibi ateşti. Köyün hatta o civarın en hızlısıydı. Bayram Ağa, Hacı Sadık Sıhhiye Arif ve Öğretmen Ali ayrılmaz ekiptiler. Köy çalışmalarında, düğünlerde, cenazelerde, köylüye önderlik yapılacak her konuda birlikteydiler. Köyün her işine koşarlardı. Sonbahar ve kış aylarında da birlikte ava giderlerdi. Vurulan avları taşımakta hep Akça Pehlivana düşerdi. Bir şey unutulduğunda da görev Ateş Memedindi. Nede olsa en hızlı oydu.
   O akşam ki oyunda öğretmen, Sıhhiye Arif ve Akça Pehlivan birlikteydiler. Yüzük oyununu kazandılar. Kebap daha hazır değildi. Suğluya ( kebap çevrilen uzun değnek) geçirilmiş ocakta dönüyordu. Dışarıda dolunay etrafı öyle aydınlatıyordu ki, sanki gündüzün önüne gri bir perde çekilmiş, köy gölgede kalmış gibiydi. Öğretmen camdan dışarı baktı, içeriye döndü, içilen sigaraların dumanından birbirlerini zor görüyorlardı. “ biraz hava alalım” diyerek kalktı ve dışarıya çıktı. Peşinden diğerleri de çıktılar. Asmanın altına oturdular, öğretmen Ali üzümler ne kadar güzel görünüyor dedi. Bayram ağa içeriye seslendi üzüm toplayın adam ilaçladığı üzümlerin tadına baksın dedi. O esnada fokur, fokur kaynayan semaveri getirdiler. Ortalığı mis gibi demlenen çayın kokusu sardı. Yanında bisküvi, lokum, leblebi geldi. Akça pehlivan takılmadan edemedi. “Ne olacak nede olsa ağa evi hulgum (lokum ) va, püsküvet ( bisküvi) va, çerez de va. Bizim ora döğül (değil) ya, bizde olsa, olsa gavurga ( nohut, mısır, kabak çekirdeğinin ekmek sacı ya da tencerede ateş üzerinde kavrulması ile yapılan çerez ) olu, gülüştüler. Çaylar içilirken havanın temizliğinden, odanın az önceki halinden söz edildi. Öğretmen baklayı ağzından çıkardı” var mısınız sigarayı bırakalım”.  Bir sessizlik oldu, Yine Akça Pehlivan gök gürültüsü gibi sesiyle atıldı.” Hoca zaten sen cigarayı az içiyon olan bize olacak”. “Cigara da bırakılumuyumuş. Garı duymasın emme onu bırakmak daha kolay”. Durdu yutkundu “emme bi de şu va; aha o arka alan yok mu? O arka alan. Geçen orayı çıkarken ümüğüme bi zımzık (yumruk) otudu, gidemiyam sanki ardımda bi gağnı (kağnı ) arabası va. Bırakalım anasını satayım”. Kimi geceleri öksürükten uyuyamadığını, kimi sabahları balgam atmaktan bi hal olduğunu söyledi durdu. Hep beraber sigarayı bırakmaya karar verdiler. O zamanlar şimdiki gibi sigaralar nerede. Gerçi sigaranın iyisi olmaz ama. Tütünü kendileri üretip kuruturlar sonra ince, ince kıyarlardı. En kötüsü de gazete kâğıdıyla sararlardı tütünü. Öğretmen maaş almaya kasabaya indiğinde getirirdi. O sigarada hemen biterdi. O esnada içerden seslenirler “kebap hazır, geliyonuz mu? Oraya mı? Getürelim. Hava serin olduğu için içeri girmeye karar verirler. Öff kebap nar gibi kızarmıştır. Kimisi çay ister kimisi ayran. Kebap anında biter. Zaten Akça Pehlivanda öğretmende bir oturuşta bir kuzuyu götüren cinstendirler. Kebap biter hemen sigaraya sarılanlar olur. Akça pehlivan hemen tabakasını çıkartır, diğerleri onu izlemektedir. Bi Cigara dolar bir iki fırt çeker. Ateş Memed te ister ona da sarar bir fırtta o alır. Diğerleri basar kahkahayı. Bozulurlar,  devam etseler bir türlü etmeseler zıkkım nasılda gidiyor yemeğin üstüne hem de tavşankanı çay gel keyfim gel. Hoca neredende çıkardı bu Cigara bırakma işini. Akça kurnaz “lan ateş hep senin yüzünden Cigara sar Cigara sar deyi böğrümü deldin dürte, dürte” deyiverdi. Garibim ateş, nar gibi kızardı. Bastılar kahkahayı. Ama dayanamayıp vazgeçenler oldu. Aslında o akşam tel helva çekeceklerdi. Ancak Ali hocanın (öğretmenin) hiç keyfi yoktu. O bu işin ustasıydı diğerleri pek beceremezlerdi. O da nah derse Nuh demezdi. Helvayı yiyemediler, semaver kaynadı odanın içi mis gibi çay kokusuyla doldu. Helvanın olmamasının nedenini kısa sürede anladılar. Çünkü sigara bırakma sözünde durmamışlardı.
   Artık sohbet koyulaşmaya başlamıştı. Akça Pehlivan anlatmaya başladı. “ Geçen gece Ambarbaşından geliyodum, böyük cevizin dibinden geçerken peşime bir oğlak tebelleş oldu. Ben yürüyam o yürüya, duruyam, o duruya. Ardıma dönüp baktığımda kayboluya. Çatma altıdaki çite kadar geldim, gendümü gıyının bu yanına attım. Emme bu arada üç gulfu bi Elham çoktan okudum. Aklıma hangi dua geliyasa yalan yanlış okuyom. Oğlak kayboldu bende derin bi nefes aldım. Çok gorkdum çok”. Odayı derin bir sessizlik aldı. Herkes birbirini kollamaktaydı. Ateş Memed başladı “ Valla Akça emmi bende görüyom bazı o cinlerden. İleri ki gün bi kedi çıktı önüme, aynı senin oğlak gibi Bi gözel, bi gözel ağnatamam. Beni takip etmeye başladı. Bende dua neyin okudum emme biliyon bende itikat fazla değil ben namaz neyin gılmıyom. Okuyom üflüyom emme hala geliya başladım gaçmaya goş ateş goş diyam gendüme. Goş ateş çarpılacan goş. Gaçtım gurtuldum. Oda da derin bir sessizlik. Canım bu cinler perilerde hiç rahat bırakmıyor ki bunları. Öğretmen Ali sessiz, sessiz zor duyulan bir sesle konuşmaya başlar. Ne dediğini anlamak için adeta herkes nefeslerini tutmuştur, can kulağıyla onu dinlemektedirler. Amacı içerdeki havayı daha gizemli hale getirmek, sihir katmak ve gerginleştirmektir.
   “Geçenlerde Bayram ağayı ziyarete gelmiştim. Vakit epey ilerlemişti. Bilirsiniz ben hiç erinmem ama o gece üzerimde bir ağırlık vardı, bir kasvet çökmüştü üzerime. Yolu kısaltmak için mezarlığa girdim”. Odadakiler mezarlık lafını duyunca pür dikkat kesildiler biraz daha dikleştiler. Ali odanın içindekileri göz ucuyla süzerek, adeta fısıldıyordu. “Yine böyle bir ay ışığı vardı, rüzgâr hafif, hafif esiyordu”. Odadakiler tamamen ona odaklanmışlardı tüm dikkatleri onun üzerindeydi. “ Ya, tel helva çektiğimiz akşamdı, canım. Neyse yürümeye devam ettim. Birden mezar taşlarının uzadığını sonrada kısaldığını fark ettim. Önce uzuyor ben yaklaştıkça kısalıyorlardı. Ağaçlar yerlere yatıyor sonra kalkıyorlardı. O dalların hışırtısı kulaklarımın içinde bana Ali buraya gel. Ali buraya gel. Diye sesleniyorlardı. Dua okumak aklıma gelmedi. Bilirsiniz ben gayet güzel kur-an okurum duaları hep bilirim. Ama o akşam nutkum tutuldu galiba. Yolu biraz daha kısaltmak için Hacı Sadığın oraya doğru döndüm. Her zaman mezarlıktan geçtiğim halde mezarlığı hiç böyle görmemiştim. Mezarlıkta bir tuhaflık vardı. Hüşümlendim, içime bir üşüme geldi. Sağıma soluma baktım, kimsecikler yoktu. Gökyüzünde ay sini gibi, yıldızlar göz kırpıyor, ama mezarlık bir tuhaf.  O esnada mezarların uzayıp kısalması durduğunu fark ettim. Bende bu arada büyük meşenin altına kadar gelmişim. Keşke gelmez olsaydım. Birisi belime öyle bir vurdu ki önümde kimse yoktu geçince arkandan vuran kimdi. Silaha sarıldığım gibi geri döndüm, kimsecikler yok. Arkamdaki mezarın toprağının yükselip alçaldığını fark ettim. Galiba mezardaki kalkıp vurdu.” Odadakiler neredeyse nefes almıyorlardı. Ölüm sessizliği vardı. Öğretmen Ali istediği havayı odada oluşturmuştu. “ La havle çektim, tekrar adım attım. Bu sefer arkamdan bir el sanki beş bilemedin altı hatta yedi parmağıyla kalçama, belime dokunuyordu. O esnada buz kestiğimi hissettim ve çok korktum. Allahım neler oluyordu. Kendimi topladım yaradana sığındım ona belli etmeden yavaş, yavaş geri döndüm ve bileğinden yakaladım. Elimde kuru bir meşe dalı duruyordu. Hani şu Hacı Sadığın dallarını budadığı işe yarayanları alıp eğri ve işe yaramaz diye bıraktığı ince dallara benziyordu”.Akça Pehlivan dayanamadı atıldı. “Valla Ali sen aklını yemişin, bi vedüğün karşı gelmiş iyi ki çarpılmadın, insan cine şeytana silah çeker mi, ona yapışu mu? Hiç mi aklın yok. Sen cahil misin? Bereket vesin o cin iyi cinimiş”. Ali devam etti.
   “Pehlivan, sen bilmem kaç okkalık gövdenle çiti atladın. Senin cinin atlayamadı. Ateş Memed ateş gibi koştu, onun cini yetişemedi. Sen dönünce kaybolan cin, senin önüne neden geçemedi. Ya da Ateş Memedi neden yakalayamadı. Bırakın cini şeytanı. İnsan bu gibi sessiz, sakin yerlerde yalnızken ürperir, aklına değişik şeyler gelir. Ay ışığında rüzgârla hareket eden dallar, dalların hışırtısı insanı yanıltır. O dal nasıl bana vurdu biliyor mu? sunuz. Dal eğri, dal kambur. Hacının kestikten sonra eğri işe yaramaz diye almadığı dallardan. Eğri dalın bir ucuna basınca, diğer ucu belime, kalçama dokunuyor. İşte benim mezarlıkta olmam, ortalığın sessiz olması, ay ışığının, gölgelerin beni yanıltması korkmama neden oldu”. Öğretmenin bu türlü konuşmaları hiç hoşlarına gitmemişti. O da çaresizliğini anlatsaydı, korksaydı kaçsaydı, daha çok hoşlarına gidecekti. Kim bilir kaç yerde öğretmenin cinlerin hışmına uğradığını ama iyi adam olduğu için cinlerin onu çarpmadıklarını ballandıra, ballandıra anlatacaklardı. Bu adam Allaha inanmıyor mu ne? Ama öyle olsa bunu şimdiye kadar anlarlardı. En kötü huyu Demokrat Partili olmamasıydı. Ama Hacı Sadıkta, Bayram Ağada Halkçıydı. Hem içlerinde en iyi kuran okuyan o, duaların hepsini en doğru okuyan, bilen o. Allah, Allah hiç cine silah çekilir mi? İşte bes belli o cindi. Bunun imanı tam olmadığından, onu yakalayınca o hemen kuru dal oluvermişti. Emme bu öğretmen iyi adammış ki çarpılmamış diye akıllarından geçiriyorlardı. İçeride hava birden bozulmuştu. Onlar istiyorlardı ki öğretmen korksun, oda cine periye karşı çıkmasın. O devam etti;
   “Okulda okurken, köye izine gittim. Sabah kalktığımda abim kaybolmamamı akşam eğlence olduğunu söyledi. Kalktı köy içine gitti. Bende anama Sofular Köyüne teyzeme gidip geleyim aradan çıksın dedim. O da” sakın geceye galma, hava gararmadan gel. Ya da yat zabah gel. Geceleri Paslu ( paslı) Değirmenin orada cinle ateş yakıp, davul çalıp oynuyala sesleri ta buralara kadar geliya. Ateş bi alçalıya bi yükseliya” dedi. Odadakiler yine pür dikkat dinlemeye başladılar. Bende anam öyle söyleyince hiçten meraklandım. Çünkü okulda öğretmenlerimiz bize öyle şeylerin olmadığını anlatıyorlardı. Paslı Değirmen; hepiniz bilirsiniz, Göl Çayının kenarında Karaköy, Sofular, Göl Köylerinin ortasındadır. Terkedilmiş harabe gündüz bile kimsenin uğramadığı bir yer. Biz çocukluğumuzda mal güderken orada oynardık. Sonradan orayı cinler basmış yıkılmış. Etrafı taşlık, çayırlık değirmenin göçüğü hala duruyor. Lanetlenmiş gibi bir yer insan oraya gittiğinde hala ürperiyor. Neyse anamın hazırladıklarını yedim, ata bindim yola çıktım. Anam arkamdan hala sesleniyordu “garanlığa galma ya da yat teyzende” diye. Sofulara erkenden vardım. Eniştem daha sabah çayını bitirmemişti, beni görünce hemen dışarı çıktı. Teyzeme seslendi. Döndü, gız Döndü bak kim geldi. Teyzem neredeyse sevinçten uçacaktı. Düşünün oraların tek okuyanı benim. Herkes sever sayar tek yumurtasını benimle paylaşmak ister. İçeri girdik sohbet ettik, özlem giderdik. Öğleye doğru eniştem ağıla indi bir oğlak kesti. Bana seslendi “ gapamamı istersin, çevirme mi diye” halamda hemen lafa karıştı, Şimdi çevir akşama gapama yaparız” dedi. Kebap mükemmel olmuştu. Tıka basa yedim. Bahçelerde gezdik erik topladık, tarlalara gittik. Akşam olmadan ben izin istedim. Teyzem “ölürümde seni gece yollamam” diye önüme geçti.”Oğlum seni cinler periler çalar” dedi. Eniştem onu destekledi. Paslı değirmende cinlerin olduğunu Göl’den, Karaköy’den, Sofular’dan görenlerin olduğunu geceleri kimselerin oradan geçemediğini söylediler. Ben iyice meraklanmıştım. İçime de bir kuşku düşmüştü. Bu görenler kimlerdi. Cinler periler neden onlara bir şey yapmamıştı. Mutlaka oraya gitmeliydim. Teyzeme Sırbaşmaktan dolanıp gideceğim, Ala Ömer’i göreceğim dedim. Hem abim bekliyor dedim. Teyzem ve eniştem o zaman izin verdiler. Köyden çıkınca atın başını Paslı Değirmene doğru çevirdim. Biraz gittim tepeye geldiğimde gözlerime inanamadım. Değirmen belli belirsiz görünüyordu. Önünde büyük bir ateş yanıyordu ve ateşin etrafında belli belirsiz şekiller hareket ediyorlardı. İşin garibi darbuka ve tef sesine benzer bozuk ritimli bir ses geliyordu. Aynen anamın dediği gibi tıp, tıp davul çalınıyordu. Korka, korka yavaşça yaklaşmaya çalıştım. Derenin karşı tarafına geçtim orayı hala göremiyordum, anlayamadığım sesler geliyordu. Attan indim, yularını sıkıca tuttum daha rahat yürüyordum şimdi. Korunun içerisine girdim. Dinlemeye başladım, hala göremiyordum. Biraz daha ilerledim, seslerden birisini abimin sesine benzettim. Ya o değilse diye düşündüm. Birde ateş edebilirlerdi. O esnada birisi omzuma yapıştı. Buz kestim ağzımın kuruduğunu hissettim. Gözlerimi kapattım, geri döndüm. Yavaş,  yavaş gözlerimi açtım baktım karşımda Demirbaşın Halil sırıtıyor.” Gel bakalım Ali gardaş gel”. Yanlarına yaklaştık herkes hoş geldin nasılsın falan filan. Abimi fark ettim. “Bekledim, seni neredeydin?” diye sordu. Anlattım. Karaköy’den, Sofular’dan, Göl’den ne kadar kopuk it ilevet (serseri ) varsa oradaydı. Ellerinde bir darbuka bizim zavallı köylülerin tıp, tıp davul dediği bu olmalıydı. Çalmayı da beceremiyorlardı. İleride yerde kocaman bir dana yatıyordu. Kim bilir kimin danasıydı. Buraların tekin olmadığı lafını da onlar yayıyordu. Hatta ilk gördüklerinde köyde hasta numarası yapıp yatanlar bile olmuş. Onlara günlerce okuyup üflemişler onlarda iyi olmuşlar güya. Bir düzen tutturmuş gidiyorlar. Kiminin koçu, kiminin düğesi, kiminin danası yem oluyormuş bu edepsizlere. Yaptıklarının yanlış oluğunu fakir fukaraya sataşmamaları gerektiğini söyledim. Abim hemen atıldı “bize akıl veme sen muallim olmadın bizde talebe değülük” dedi. “Sen dersini muallim olunca okulda verüsün dediler”, gülüştüler. Bütün ısrarlarına rağmen orada kalmadım. Abim aklınca bana gözdağı verdi. Köye geldim bu işi halletmeliydim. Ertesi günü Nahiye Müdürüne gittim. Meğerse onunda haberi varmış. Beni tehdit etti, okuldan attırırım seni dedi. Okula gittiğimde olayı öğretmenime anlattım. O olayın üzerine gitti. Nahiye Müdürü, İlçeden birkaç kamyoncu, Orman maktası yapan Eskişehirli bir zengin birlikte bu tezgâhı hazırlamışlar, kaçakçılık yapıyorlarmış. Zavallı köylü hem hayvanlarından oluyor, hem de cin peri korkusundan oraya yaklaşamıyor. Güzelim ormanda yok olup gidiyor. Kaçakçılık yapacakları akşam ekip orada toplanıyormuş. Tabi gençlerin kaçakçılıktan haberi yok. Sadece müdürün iyiliğinden söz ediyorlar, gençlerin eğlenmesi gerektiğini, böyle şeylerin olması gerektiğini söyleyip müdürü öğe, öğe göklere çıkartıyorlardı. Abimle konuyu iyice konuştum. Abim akıllı ama kabadayı bir insandı. Ben okula döndükten kısa süre sonra abimde askere gitti. Birkaç ay sonra cenazesini gönderdiler. Dünyam yıkıldı. Okuldan kaçmayı bile düşündüm, ama müdür davranışlarımdan fark etmiş, benimle saatlerce konuştu. Vazgeçmemi sağladı.
   Eee.. İşte böyle arkadaşlar. Şeytan var, cin var, peri var, melekte var. Elhamdürüllah hepimiz Müslüman’ız. Ama akıllı olmak zorundayız. Cinler periler bizi yönetemez. Cinde biziz, peride. Bütün kötülükler insanların başının altından çıkar. Bakın size başımdan geçen olayları anlattım. Önemli olan temiz kalpli olmaktır, iyi niyetli dürüst olmaktır. O esnada Bayram ağa seslendi “kızım yenile şu semaveri anlaşılan biz ava yatmadan gideceğiz”.
   Sonra koyu bir av muhabbeti başladı. Erkenden kahvaltı yapıldı. Gün ağarmadan yola koyuldular. Cumartesi ve Pazar günleri yaylacıların keliklerinde kalacaklardı. Çok güzel avlandılar.
   Bu sohbetler sürüp gitti. Bir sabah sınıfın camı tıkılandı. Akça pehlivan elinde bir oğlak postu sırıtıp duruyordu. “Satılmışın oğlağı, gurt parçalamış” dedi öğretmene. “Öğretmen bunun için mi beni çağırdın” diye çıkıştı Akça Pehlivana. “Hocam bu benim gördüğüm oğlaktı, zavallı hayvan benim peşimden gelmiş, bende cin sanıp korkup kaçmışım”, diyerek ayrıldı.
   Yine bir akşam Akça Pehlivanın evinde otururken kapı açıldı, içeriye sessizce bir kedi süzüldü. Herkesin dikkatini çekti. Bayram ağa Akça pehlivana takıldı. Lan pehlivan sen bi daha ava giderken bu kediyi götü, bunun burnu iyi goku alıya bak, hemen kebabın gokusunu aldı. Senin Enükten daha iyi av yapar be! Deyince millet gülme krizine tutuldu. Tabi pehlivan bozuldu. Köpeğine çamur atmalarına içerlemişti. O arada Ateş Memed daha çok bozuldu rengi sarardı. Ateşteki değişikliği Bayram ağa fark etti. Ne o lan Ateş sende enüğü azıtıp bu kediyi mi besleycen dedi. Yok, be Bayram geçen beni govalayan cin bu it oğlu it deyince Ateş Memedin cini ortaya çıkıverdi.
   Bu olaydan sonra öğretmen Ali’ yi daha sever oldular. Onun köyden ayrılması öyle hüzünlü olmuştu ki. O günden kalanlar bugün hala öğretmen Ali’nin büyük oğlunun yanına gelirler. Gelirken de elleri asla boş olmaz. Bal, fasulye, patates, güzlek mısır, erik, ceviz gibi hediyeler getirirler. O da onların isteklerini elinden geldiğince yerine getirmektedir. Belki babasının yerini dolduramamıştır ama. Köylüler onu da çok severler. O zamanlar dostluklar kalıcı, insanlar pırıl, pırıldı. Bugün yaşayanların, yarınlarda çocuklarına dostluk adına bırakacak bir şeyleri olacak mı? Acaba.
Atila USTA
Emekli Eğitimci
1956 SAMSUN
 

Çevrimdışı Hüseyin TUNÇAL

  • *
  • İleti: 755
  • Thanked: 3 times
  • Köpegin kralı ıng.pointer avın kralı keklık
Ynt: ESKİ AVCILARDAN BİR ÖYKÜ
« Yanıtla #1 : 28 Ağustos 2010, 10:53:54 »
agzına saglık ustam be sıkılmadan merakla heyecanla okudum cok guzel bı anlatım tarzın uslubun var surukleyıcı selam lar
Hüseyin TUNÇAL
0 Rh + 1986 SAKARYA
0 546 557 89 41       [email protected]

Sakarya Merkez Avcılar Kulübü
 

Çevrimdışı Arif KAŞLIOĞLU

  • *
  • İleti: 1183
  • (0532 452 78 44) 0Rh+ ORTAKENT/BODRUM
Ynt: ESKİ AVCILARDAN BİR ÖYKÜ
« Yanıtla #2 : 28 Ağustos 2010, 11:59:49 »
Ağzına sağlık ustam  sıkılmadan merakla heyecanla okudum.Çok guzel bi anlatım tarzın uslubun var sürükleyici selamlar

BİR LAFA BAKARIM LAF MI DİYE,BİRDE SÖYLEYENE BAKARIM "ADAM MI DİYE"
 

Çevrimdışı Güven SARI

  • Müdavim Üyemiz
  • ***
  • İleti: 882
  • Thanked: 18 times
Ynt: ESKİ AVCILARDAN BİR ÖYKÜ
« Yanıtla #3 : 28 Ağustos 2010, 13:30:48 »
Sevgili öğretmenim ağzına,ellerine ,kalemine sağlık,çok güzel bir hikaye zevkle okudum teşekkürler.
Güven SARI
1967 Ordu Fatsa 0 532 455 28 03
 

Çevrimdışı Eşref YILDIZ

  • *
  • İleti: 5687
  • Thanked: 4 times
  • POİNTER HERZAMAN :)
Ynt: ESKİ AVCILARDAN BİR ÖYKÜ
« Yanıtla #4 : 28 Ağustos 2010, 14:57:45 »
herzamnkı gbıı on numaa atılla amcaa sana yakısırr sevgılerle
ESREF YILDIZ SAMSUN CARSAMBA 1987


resim yülke