1995 sonbaharında tayinim Sakarya Akyazı Pazarköy İlköğretim okuluna çıkmıştı.Eylül, ekim aylarında okuluma ve köye alışmaya çalışıyordum. Aslında lökeşenin (Egede hep böyle denir.) ve bıldırcının geçiş noktası olan bu yerlerde av vardı ama malum yarensiz av olmaz. Yol bilmiyorsun, iz bilmiyorsun, Sakarya kazan ben kepçe. Nereye gideceksin, nasıl av yapacaksın? Arabam da olmayınca sezonun açık olduğu zamanda günlerim avsız geçiyordu. Birilerini bulmazsam eğer, böyle devam edeceğe benziyordu.
Konuştuğum her kişiye muhabbet esnasında avcı olduğuma dair sinyaller veriyor, ne var ki kafa dengi birini bir türlü bulamıyordum. Elbet birilerine denk gelecektim ama zamanın boşa geçmesi beni daha da kaygılandırıyordu.
Bizim okulda öğle araları çocuklarla öğretmenlerin voleybol maçları, havanın soğuk olmadığı ve yağmurun yağmadığı zamanlarda neredeyse gelenek haline gelmişti. Çocukların AEG adını taktığı ama çok sevdikleri tarih hocamız Ali Ekrem Gül bu organizasyonlarda başı çekiyordu. Mehmet Hoca ve özelikle hizmetlimiz Sadullah Abi bu maçlardaki vazgeçilmez oyunculardandı.Sadullah Abi sert servisleriyle ve özellikle file üstü sert vuruşlarıyla skorer bir oyuncuydu. Biraz da espiritüeldi. Maçın son seti olarak kabul edilen Tybreak setine dili dönmediği için “kaldirik set” diyor, bu doğallığıyla da bizleri gülümsetiyordu.
Sadullah Abiyle önceden samimi değildik. Ancak voleybol maçları sayesinde daha bir sıkı fıkı olduk. Ben de bekar olunca bir gün beni eve yemeğe davet etti. Ev yemeklerine hasret kalmış olan ben bu teklifi hemen kabul ettim.Güzelce yiyip içip çayları yudumlamaya başlayınca muhabbet döndü dolaştı ava geldi. Meğer bizim Sadullah Abi sıkı bir ördek avcısıymış ama eskiden. Evlenip okulda işe başlayınca, biraz da çoluk çocuğa karışınca av işleri mecburiyetten rafa kalkmıştı.
12’lik bir tüfeği vardı, onu bana gösterdi. Dedim ki “Burada lökeşe oluyor mu?” “Hoca o ne ki?” cevabını aldım. “Hani yelve, derler; kakaç derler…” “Bizim burada çulluk olur.” demez mi. Çulluğun ne demek olduğunu biliyordum ama bu sözcüğe çok alışkın olmadığım için lökeşe, bana daha yakın bir sözcük olarak dağarcığımda yer etmişti. “Peki nerde var çulluk?” diye sordum. Sadullah gayet doğal bir şekilde demez mi “Bizim evin arkasındaaa…!” Sonra ekledi “Bizim burda eskiden çulluk beki yapılırdı. Ne kuş gelirdi! Ama şimdi azaldı. Birkaç kişi dışında. Pek giden de olmuyor.” dedi.
Sadullah Abi’nin evi, köyün sınırında yer alıyordu. O zamanlar tüm Akyazı ovası kavak ağaçlarıyla kaplıydı. Akşam dağdan inen çulluk bu kavak ağaçlarının belli boşluklarından geçişler yapıyor, ovaya inip yemleniyordu. Meğer Sadullah Abi’nin evinin arkası da bu önemli geçiş noktalarından biriymiş.
Yarını ava gitme kararı aldık. Akşam ezanında kavak ağaçlarının uygun boşluklarında yerimizi almıştık. Ben hiç çulluğa akşam beki yapmamıştım. Kuş ne şekilde gelir? Nereye gider? Hiç bilmiyordum. Karanlık basıncaya kadar bekledik ama bir tek kuş bile geçmemişti. Sonra Sadullah Abi dedi ki “Hoca, aslında şimdi ekim ayı. Çulluk avı için erken. Kavağın yaprakları daha düşmedi. Ben hevesini kırmayayım diye sana söylemedim ama belki bir iki tane çıkar diye düşünmüştüm, olmadı.” dedi. “Biz de öyle biliyoruz, 29 Ekimden önce çulluk avı pek olmaz.” dedim. Sadullah Abi av yapamadığımız için biraz mahçuptu. Dedim ki “Olur mu öyle şey. Av bu, kırk gün taban eti; bir gün yaban eti, diye boşuna dememişler…” Çaresiz bekleyecektik. Yalnız bu bekleyiş öyle çok uzun sürmedi.
(http://sv2.piclect.com/3f8f3e753/o/14/05/07/pazarkoy-ilkogretim-okulu.jpg)
Ayaktakiler, soldan sağa Ömer Faruk Sakönder, Hüseyin İbaç,Mehmet Usta, Bekir Ferhat, (Müdürümüz)Miktat Baştan, Hasan Hoca, Ali Ekrem Gül
Oturanlar, soldan sağa: Ben, Halim Baştan, Zeki Hoca, Selim Baştan,Sadullah Akbalık
Hiç unutmuyorum,1 kasım 1995’te kar yağdı. Sadullah o gün dedi ki “İşte şimdi çulluğun vaktidir.” Akşamına sözleştik ama Akyazı’da bir işi çıktığı için o gelemedi. Ben bu tip bek avlarını pek sevmiyordum. Köpekle avın tadı bir bambaşkaydı. Gel gör ki imkanlar kısıtlı olunca eldekilerle yetinmek durumunda kalıyorsun.
Ben yine akşam ezanına doğru evden çıkıp meranın yolunu tuttum. Sadullah’ın gösterdiği yere kuruldum. Akşam ezanından sonra hava yavaş yavaş kararmaya başladı. Derken dağ kenarından ilk tüfekler patlamaya başlayınca her avcıyı saran o heyecan, benim içimde fırtınalar estirmeye başladı. Sadullah Abi çulluğa pek giden olmuyor demişti, lakin ovada mısır patlatır gibi tüfek atılıyordu. İlk beş dakika ovadaki tüfekler delirdi ama benim önümden bir tane bile geçmiyordu. Derken tam karşımdaki dağın karanlığının içinden hayalet gibi bir şey üstüme doğru geliyordu. Tüfeği göze almamla beraber 20’lik huğlunun tetiğine asıldım. Dan! Havada bir tüy demeti… İlk çulluğum sol çaprazıma düşmüştü. Sevincimden havalara uçuyordum. İlk kuşumu vurmuştum. Koşup aldım. Oldukça babaçko bir çulluktu. Torbaya attım, nefes nefese ikincisini beklemeye başladım. O kadar çok tüfek atılıyordu ki benim üstümden sadece bir kuşun geçmesi bulunduğum yerin pek de verimli bir yer olmadığı şüphesini uyandırdı bende. Lakin hava kararmak üzereydi. Az sonra göz gözü görmeyecekti. Bu yüzden yer değiştirmenin bir anlamı yoktu.
200-300 metre sağımdaki bir avcı neredeyse 15-20 fişek atmıştı. Ben ise üzerime gelen bir tek kuşu torbaya katabilmiştim. Acaba avcılar hepsini de vurabilmiş miydi? Merada ne kadar atış varsa o kadar da tıraş vardır, derler.
Hava iyice kararmıştı. Tam kalkmaya yeltendiğim anda sağ üstümde o hayalet karaltı yeniden belirdi. Soluma doğru geçiş yapıyordu. Önlemeyi verip bir sıkı çektim, Dan! Kuş kıvrıldı öteki kuşun düştüğü yere yakın bir noktaya düştü. Lakin hava karanlık, bende fener yok. Araki bulaki… Kuş çelgin değildi, havada kıvrıldığını gözlerimle görmüştüm. Önümdeki tarla çıplaktı, çulluğu bulamamak mucize kabilinden bir şeydi. Koştum baktım. Ne var ki o karanlık sanki kuşu yerin dibine gömüyordu. Ah keşke bir köpeğim olsaydı! Şimdi bu kuşu bulmak çocuk oyuncağıydı. Boşu boşuna dememişler köpeksiz av gereksiz av diye.
Bu iş böyle olmayacaktı. Taktik değiştirmek gerekiyordu. Tüfek attığım yere geri döndüm. Karanlığın içinde attığım yeri ve kuşun düştüğü yeri iyice belirledim. Sonra o istikamete doğru yürüdüm. Tüfeği sırtıma çapraz asarak emekleme vaziyetinde o yerleri elimle yoklamaya başladım. Kafaya taktım kuşu bulacaktım. Oradaki beş metrekarelik bir alandaydı ama onu görmüyordum işte. Yoklaya yoklaya gidiyor, sonra biraz soldan geri dönüyordum. Üç beş kez gidip geldikten sonra elim yumuşak bir nesneye temas edince kanadından kaptığım gibi kaldırdım karagözlüyü.
Kuşu bulamadıktan sonra ne kadar üzülürsem, bulduktan sonra da hayvanı telef etmeğim için o kadar çok sevinirim. İşte bu sevinç içerisinde kuşu torbaya kattım ve geri döndüm. Sadullah Abi’nin kapısını tıklattım, geri dönmüştür belki, diye. Kapıya yenge çıktı. “Şimdi geldi.” dedi. “Elini yüzünü yıkıyor.” Yenge buyur etti, girmedim. Sadullah Abi kapıya geldi. Hemen elimi torbaya daldırıp kuşları gösterdim. Avcıların avı görünce gözlerinde gördüğüm o sevinç pırıltısı onunda çehresini kaplamıştı. “Bu gün sen gelmeyince bana nasipmiş.” dedim. Kısa bir sohbetten sonra bir tanesini bırakıp evin yolunu tuttum. Akşam menüde Sakarya’da vurduğum ilk çulluk vardı. Afiyetle yedim...
(http://sv133.piclect.com/aa3e7e52f/o/14/05/07/gorunt018.jpg)
Dedem Korkut geldi. Boy boyladı, soy soyladı. Günün anlam ve önemini belirten şu maniyi düzdü.
Bahar aylarında havalar ılık
Kış aylarında olurdu çok soğuk
Böyle bir günde sana nasip oldu
Sakarya’da vurduğun bu ilk çulluk
Bu ilk avdan sonra çulluğun tadını alan ben her akşam beke gitmeye başladım. Aramıza yeni simalar katıldıkça avın tadı daha bir bambaşka olmaya başladı. Karanlığın içine düşmüş bir kuşu başka bir yöntemle bulmuştuk. Ancak onu da sonra anlatırız çünkü o başka bir hikaye…
Başka bir hikayede görüşmek ümidiyle şimdilik kalın sağlıcakla…